Ruhumuzu Ararken…

Kızılderililer ormanda rehberlik ettikleri grupla birlikte uzun bir müddet gittikten sonra durmuşlar. Rehberlik ettikleri gruptan biri sormuş:

‘’Yoruldunuz mu acaba neden durduk?’’

Cevap çok dikkat çekici ve düşündürücü :

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Kızılderililer ormanda rehberlik ettikleri grupla birlikte uzun bir müddet gittikten sonra durmuşlar. Rehberlik ettikleri gruptan biri sormuş:

‘’Yoruldunuz mu acaba neden durduk?’’

Cevap çok dikkat çekici ve düşündürücü :

‘’Hayır, yorulmadık. Fakat çok hızlı yol aldık ve ruhumuz geride kaldı… Bize yetişmesini bekliyoruz.’’

Geçen hafta işim icabı İzmir’e giderken ‘’tebdil-i mekânda ferahlık vardır’’ düsturunca, yaşadığım ferahlığın yanında edindiğim birkaç mülahazamı da bu bağlamda sizlerle paylaşmak istiyorum.

Nereye gidiyoruz, nereye koşuyoruz? Bu koşturmaca nereye kadar? Freni patlamış araç gibi yokuş aşağı alabildiğine büyük bir hızla yol aldığımızın farkında mıyız? Yolun bittiği yerde, uçurumun boşluğunda mı fark edeceğiz bu nereye olduğunu dahi hesaplamadan gittiğimiz yolun umduğumuz yere çıkmadığını ?

Birazcık geç olmaz mı ?

Bunları düşündürdü gördüğüm insan ve doğa manzaraları. Yaptığım ya da yapmadığım şeyleri sorguladım yol boyu. İstanbul’un yoğun tempolu koşturmacası içinde insan, kendine vakit ayırıp bunları düşünmeye fırsat bulamıyor sanki.

Fakat şu kadarı çok açık;  yapmaktan mutlu olacağımız şeylere değil , ‘’yapmak zorunda olduğumuz’’ şeylere o kadar odaklanmışız ki, hayat elimizden kayıp giderken, nereye gittiğimize dair geriye dönüp bakmak aklımızdan bile geçmiyor. Belki de bunun sebebi, baktığımızda gördüğümüz şeyin pek de bizi hoşnut etmeyeceğini içten içe biliyor olmamızdır.

Görmekten dahi keyif aldığım ve imrendiğim manzaralara tanık oldum yol boyunca. Traktörüyle tarlasını süren çiftçinin, göz alabildiğince geniş bir ovanın içinde işini yaparken, ait olduğu hamurun bir parçasıyla hemdem olmasının nasıl bir huzur vesilesi olabileceğine şahit oldum.

Yüzlerine baktığınızda İstanbul’daki insanların aksine, huzur dolu ve mütebessim çehreler görüyorsunuz. Size ‘’insanı’’ anlatan çehreler… Maalesef büyük şehirlere doğru gittikçe azalan bir huzur bu.

Neden böyle diye düşününce, yokluğu paylaşmanın tadı ve birleştiriciliğinin, varlığa kavuşmanın uzaklaştırıcılığı ve bencilliğine yenildiğini görüyorsunuz. Kibrin, büyüklük ve azamet; tevazunun ise küçüklük ve zavallılık zannedilmesi gibi bir yanılsama bu. Hayatımızı her alanda kuşatan bu anlayış bizi daha mı mutlu yaptı? Daha mı müreffeh? Cevabı herkes kendine sorduğunda, eminim arabasına, evine ve standartlarının yükselmesine bakıp ‘’evet‘’ demeyi düşünecek, ama içinde bir yerlerde asıl cevabın ‘’hayır’’ olduğunu bilecektir.

Yenilmiş bir medeniyetin çocuklarıyız biz!

Kaybettiğimiz yitiğimizi bulmak için yıllardır bir mücadele veriyoruz millet olarak. Bilerek ya da bilmeyerek…

Herşeyimizi sorguladık. Tekrar ve tekrar. Şüphe duyduk. Herşeyden. İnançlarımızdan, dünya görüşümüzden, felsefemizden, karakterimizden, vs… Bizi yenilgiye uğratan şeyin ne olduğunu bulabilmek ve onu düzeltebilmek için bir teşhis yaptık. Ya da yaptığımızı zannettik. Ve kendimize yeni bir yön (batı), yeni bir hedef belirleyerek adına ‘’muasır medeniyetler seviyesi’’ dedik.

 Avrupanın bize medeniyet diye aşıladığı, gerçekte ‘’deniyet (seviyesizlik)’’ olarak tezahür eden bu kendine adil,kendine dost,‘’insanlar eşittir ama avrupalılar daha eşittir!!’’anlayışıyla yüzleşmemiz yaklaşık 60 yıl sürdü. Kuzu postu giymiş kurt anlayışının, istila edecek kaynak, sömürecek ülke kalmadığında finansal olarak da geldiği nokta ortadadır. İster sosyo kültürel anlamda, isterse ekonomik anlamda olsun, Avrupa ve anlayışı (mefkuresi) iflasın eşiğine gelmiştir.

Dünya yeni bir anlayış ve yeni bir model beklemektedir. Bu emperyal potansiyele, birikime ve tecrübeye sahip çok az ülke var dünyada. Türkiye, sahip olduğu potansiyelle birlikte, gerek tarihinin (kaderinin), gerekse jeopolitik konumunun kendisine yüklediği bu ‘’öne çıkma’’ misyonunu “yurtta sulh, cihanda sulh’’felsefesiyle(!) daha fazla görmezden gelemez.

Türkiye’nin etken mi (aktif) yoksa edilgen mi (pasif) bir ülke olacağına ben karar veremem, ama ben vatandaşı olduğum devletin önce kendi halkından başlayarak adaleti, huzuru ve barışı tesis etmesini ve bu modelin bölge ülkelerinden başlayarak tüm dünyaya örnek olmasını arzu ederim.

Bütün bunları gerçekleştirebilmek içinse; öncelikle kaybettiğimiz o ruhu geri kazanmamız gerekiyor. Ancak o zaman ‘’büyüdüğü halde masumiyetini kaybetmeyen’’ bir nesil olarak tarihe güzel bir iz düşebilir ve bıraktığımız eserimizle de ,ancak o zaman gurur duyabiliriz…

Ruhumuzu Ararken…
Bizi Takip Edin