A noktası ile B noktası arasındaki mesafe idi hayat. Öyle kısa, öyle doğrusal.
Yaygın kanaatlerle, süregelmiş mitlerle, hatta bilimsel bilgilerle değil, kalp ile gidilmesi gerekilen bir yoldu. Evreni ölçmeye kalkıştığımız bir birim vardı; ışık yılı! O bile çokça ironikti. Adını zamana, ölçtüklerini mesafelere yaslamıştık! Bilim bu noktaya geldiğinde anlamalıydık, bazı mesafeleri zamanla ölçmemeliydik! Hatta zamanla bazı şeyleri ölçmekten vazgeçmeliydik. Olmadı.
Keskin hatlar, değişmez yargılar, onulmaz kararlar ancak zorlaştırır, tatsızlaştırırdı hayatı. Oysa bizim bir dirhemlik ağız tadına ihtiyacımız vardı. Zaten ömür denilen zaman biriminin tadı damağımızda kalacaktı.
Bilenmiş huylara, köşegen kişiliklere pek gerek yoktu. Zannedilenin aksine hayatta doğrusal değil eğrisel olmak zordu! Köşelerimize çarptıkça yara alıyordu insanlar.
Gerçekte hayata dair tek bir genel geçer kural vardı ki; o da ‘hayatta herşeyin mümkün‘ olduğuydu. Çok sevdiğimiz bir kişi bizi en çok üzecek kişi olabilir, hiç sevmediğimiz biri günün birinde kaderin bir cilvesiyle pekalâ ‘kader ortağımız‘ olabilir, yaraya ‘tuz’ sandığımız yaraya merhem olabilir, gitmez denilen en önden gidebilir, dönmez dediğimiz gitmemek üzere dönebilirdi…
İşte tam da bu sebeplerle insanlara ne çok yakın ne de çok uzak durmamalıydı. Fısıltı ile konuşursak kulak misafiri olamayacakları, seslenirsek ise duyabilecekleri bir mesafe tutturmalıydı.
Gün gelip çemberin dışına da çıkabilmeliydi. Her gün oturduğumuz koltuğun karşısındaki koltuğa geçebilmeli, kendimize bir de oradan bakabilmeliydi. Dünden çok daha geriye gidebilmeli, bazen bugünü izlemeli, bazen ise yarına bahiste bulunabilmeliydi. Kesinlerle riskler arasında gidip gelmenin de tadına bakabilmeliydi. Ancak, dünün özleminin yarının düşünü gölgelediği bir gün olursa, o günde biraz durup düşünmeliydi. Akla değilse de kalbe güvenmeliydi. Akıl bugünde kalp dünde iken ayaklar fazla öteye gidemezdi.
Bir çocuk, bir yaşlı bir de kabirle dost olmalıydı. Böylelikle zamanın nerede başlayıp nerede bittiğini, geriye dönüp dönemediğini anlayabilirdi.
Koşmayı bırakmalıydı mesela. Bilime itibarı çoksa, kaplumbağaların çıtalardan çok yaşamasına biraz kafa yormalıydı! Fizik derdi ki; X=V.t dir. Yani üstadım, diyor ki bilim; aynı mesafeyi hızı yüksek olan çok daha çabuk kat’eder. O vakit ne diye günlük hayatta bunca koşuşturmaca? Kabre yatkınlık doğuştan, eyvAllah da, giderken etrafa da şöyle bir baksaydık ya…
Yavaşlasaydık biraz, yanımızdan hızla geçenlere yetişemezdik belki ama zaten hızlıca yanımızdan geçip gidenlerden pek de hayır görmüyorduk. Adımları yavaş olanların yolda anlatacak çok daha fazla şeyleri olurdu, keşke onlara bir kulak kabartabilseydik. Tane tane konuşurlar belki daha çok şey anlatırlardı… Toprak bile hızla yağan yağmurun suyundan nasiplenemezdi… Yavaş yağan yağmurlar ancak toprağın derinlerine işleyebilirdi, can verirdi… Yeşerecekse toprak, böyle yeşerirdi.
Herşey olabilirdi hayatta! Gitmez denilen gidebilir, dönmez denilen dönebilir, bugün güldüren yarın ağlatabilir (ya da tam tersi), bugün şarkı tutturmuş diller yarın ağıtlar yakabilir, övünülen akıllar pek basit bir hastalıkla kendi adresini bile unutacak hale gelebilir, kalbimiz taş kesilebilir, taş kesilmiş bir kalp ise yumuşayabilirdi…
Üstadım bilim diyor ki; yeter büyüklükteki bir deprem 24 saatlik zaman dilimi olan bir günde 1,8 milisaniyelik bir kısalmaya sebep olabilir!
Hayatta herşey olabilir! Sönmez denilen kalpler buz kesebilir, gün gelir bütün buzlar çözülebilir…
Sevgiyle