Türklerin İslam’la tanışmalarından sonra dini görüş iki yönlü gelişmiştir. Bunlardan Sünnilik; Birçok düşünce akımı ve sosyal hareketliliklerin etkisi yanında, Abbasi İslam Hanedanı’nın sünni olması nedeniyle Türklerin iktidarı ele geçirdikten sonra yönetici sınıfın ve Hanedan’ın kendi otoritesini eski halka kolay kabul ettirebilmesi için görüş olarak sünniliğin tercih edilmesidir. Diğer gelişme senkretizm dir. Yani bağdaştırma şeklinde olmuştur(İslam sufiliğinden beslenmiştir)Aslında Türk sünniliği de Gazali’nin sünniliği tasavvufla uyumlaştıran yolu açması sonrası gelişen etkilenme ve yeni yorumlarla senkretik anlayışla yakınlaştırılmıştır. O zamanın senkretik yani bağdaştırılmış yorumlarını bir mezhep görüşü çerçevesinde değil de kendilerini İslam dairesinde gören kendi kültür ve tarih zenginlikleriyle kendine özgü bir inanç anlayışı geliştirmek şeklinde tanımlayabiliriz. İlahi mesaj İslam’dır ve semavi olandır. İlahi mesajın toplumda bulduğu karşılık Müslümanlıktır ve İslamın dünyevileşmesidir. Haliyle her toplumun farklı tarihsel süreçlerde belirtilen nedenlerle ortaya çıkardığı farklı müslümanlık anlayışları gelişmiştir
Batı’nın Ortaçağında Türklerin yaşadığı coğrafyada fikir hayatı iki kaynaktan beslenmiştir.
1.Kaynak Akli ilimlerin okutulduğu Maveraünnehir- Horasan Mektebi.
2.Kaynak Nakli ilimlerin okutulduğu Hicaz,Suriye,Irak,Mısır Mektepleri.
Akli ilimlerde Maveraünnehir-Horasan Mektebinin Türklerin sonraki yaşamında ve oluşturdukları medeniyetlerde çok belirleyici etkisi olmuştur. İslami düşünce ve bilimin çok geliştiği bu ortamda Farabi, İbn-i Sina, Razi, Ali Kuşcu gibi zamanın önemli bilim adamları yetişmiştir. Akli bilimlerin çok geliştiği bu bölge haliyle tasavvufi tefekkürde de şaşılacak derecede yüksek-estetik gelişmeye sahne olacaktır. (Prof. Ahmet Y.Ocak)
Başlangıcında Melamilik ve Kalenderilik olarak olarak gelişen tasavvuf inancı Orta Asya’da sünni bir mutasavvıf olan Ahmet Yesevi’yle birlikte Türk Boylarında Yesevilik olarak yayılmış bulunmaktadır. Fakat Sünni Yesevilik Türkmen Boylarında sünnilik dışı melamiliğe yakın bir karşılık bulmuştur. Bu anlayış Anadolu’ da Bektaşi geleneği içinde vücut bulmuştur. Şurası muhakkak ki Haydrilik, Kalenderilik, Vefailik gibi tarikat anlayışlarını içinde barındıran Bektaşilik sünni tasavvuf ekolünün büyüklerinden olan Yesevilik kaynaklıdır.Birinden diğerine dönüştüren etken ayrılık değil, halkta bulduğu karşılıktır.
Diğer yandan yine melami kaynaklı olan Bayramilik, Hacı Bayram-ı Veli gibi o da ,kaynağını korkudan alan kuru zühde dayanan tasavvuf anlayışına tepki hüvviyetiyle ortaya çıkmış ileri bir cezbe ve aşka dayalı vahdeti vücut neşvesiyle çıkmış tarikat anlayışıdır. (Pr.Ahmet Yaşar Ocak). Atatürk’ün 23 Nisan 1920 de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin dualarla açılışı öncesi cuma namazının kılındığı Ankara Hacı Bayram Camii onun adını taşır ve 17.y.y.dan beri onun manevi huzurunda mezhep ayrımı yapmaksızın bütün inananlar saf tutarlar.
Sünni olmayan Kalenderi tasavvufuna mensup Şems Tebrizi ile Mevlana arasında aşk derecesinde kurulan dostluğun mevlevi tasavvufuna kazandırdığı evrensel düzeyde felsefi ve estetik katkı herkesin malumu. Moğol istilasıyla otoritenin kalmadığı Anadolu’da birlik ve huzuru sağlayan Abdalanı Rum, Ahiyanı Rum, Gazayanı Rum, Bacıyanı Rum gibi tasavvuf örgütleridir.(Prof. Fuat Köprülü) Osmanlı’nın kurucusu Osman Gazi liderliği etrafında bu grupları toplamayı başararak devletin temellerini atmıştır.
Pir Sultan Abdal; Horasan’dan kalktı sökün eyledi/ El üstü deminin yeli geliyor/ Urum Abdalları akın eyledi/ Boşandı Kevserin suyu geliyor. Coşkusuyla; Kırklar Rum elinde mekan tuttular/ Mekan açtılar, çırağ yaktılar/ Bütün kafirleri dine çektiler. Derken Anadolu’nun Türkleşmesinde tasavvuf örgütlerinin önemini şiirinde özlü biçimde anlatmaktadır. Kuruluş ve Fatih dönemi Osmanlı fikir ve bilim hayatında çok önemli asırlardır. Bilim ve fikir hayatının yüksek seviyede olduğu bu dönem aynı zamanda Türkiye fikir tarihinde birbirinden hayli farklı islami anlayış ve düşüncelerin belirdiği hatta belli ölçüde topluma yansıyarak birtakım sosyal hareketliliklere sebep olduğu bir dönemdir. (Prof.Ahmet Y.Ocak)
16. yüzyıla kadar radikal şiiliğin etkisine girmeksizin ama katı bir siyasetin oluşmadığı sünnisi, alevi-bektaşisiyle zengin bir tasavvuf inancı etrafında camide de tekkede de birlikte olma kültürü devletin temel harcı olmuştur. O Türk islam tasavvuf anlayışıdır ki; bir yandan bağnaz softa inancını sınırlandırarak ama daha da önemlisi dinin saltanatın elinde bir baskı aracı olarak kullanılmasını engelleyerek devlet ve toplum hayatını bir arada tutma görevi görmüştür. Moğol istilasıyla dağılmış olan toplumu bir arada tutan birleştirici gücü Türk İslam tasavvufu nereden almaktadır;İşte o gücünü, inancının kaynağını Allah sevgisinden alan(Allah korkusuna dayanan Arap inancından farklı olarak) ve vahdeti vücut yani varlıkta birliğe inanmasından alır. Farklı inançtan olanlara eşit derecede saygı gösteren Mevlana için Prof. H. İnalcık şöyle der: Mistik islamın Anadoluda dinler üstü imanda birlik çağrısını dile getirir. O anlayışa göre Allaha uzanan yol kuru zühd den değil kalpten geçer. İşte Türk İslam Tasavvufunun gücü bu hümanist anlayıştan gelir.
Türkçe’de ’bir” anlam olarak tekliği ifade ettiği gibi, çokluğun bütünlüğünü yani ”birliği” de ifade eder. Taassuba dayanan islam anlayışında Allah Bir olarak ifade edilen anlayışta, kendini Tanrı’dan ayrı görme manası çıkarılmaktadır. Ayette, Hü vel hayyul kayyum (yaşamın her alanı Tanrı’ya aittir) şeklinde kesin ifadesini bulan Tanrı’nın birliğinden kastın varlıkta ’bir”lik olduğu en kuvvetli şekilde ifadesini bulmuştur.
Bülent Ecevit; birlik konusu bugüne kadar tasavvufun baş konusudur dedikten sonra, Tanrıyla birlik konusu din duygusunu sevgiye dayandırmaktır. Toplumda bağnazlık ve korkuyu egemen kılmak isteyenler tasavvufun bu birlik kavramından yüzyıllardır tedirgin olurlar değerlendirmesini yaptıktan sonra, Mevlana öyleleri için : ’Sen de görecek göz yok, görerek bakabilseydin eğer, baştan aşağı o olduğunu anlardın’ der.
Mevlana birliği açıklarken; Sen Ben de ve Ben Sen de beliririz ve saklanırız. İkimiz arasında Ben le Sen yokuz’ der. Ve birliği reddetmenin kendini Bir’den ayrı görmek olduğunu, had bilmezlik olduğunu insanın kendinde Tanrı’ dan ayrı bir varlık var sanması anlamına geldiğini düşünür dedikten sonra Ecevit, bakara suresinde: Allah oğul edindi dediler; haşa ,oysa göklerde ve yerde olanlar O’nun dur. Hepsi O’na ram olmuştur. Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah’tır. Yokdan var edilenin, kendini var edenden ayrı bir varlık gibi görmesi Türk İslam Tasavvufunun kabul edemediği bir anlayıştır der.
Yunus Emre’de şiirinde: İkilikten usandım/Birlik hanına kandım/Hak cihana doludur/Kimseler Hakkı bilmez/Onu senden iste/ O senden ayrı olmaz.
Mevlana bir olmayı kavuşmanın ötesinde Tanrı’nın varlığında erimek ve bir daha ayrılmamak özere bütünleşmek olarak görür. Bu bütünleşmeyi ; Ben sudan, ateşten ve esen havadan değilim. Biçimlenen kilden de değilim. Aştım bütün onları diye anlatır.
Yunus şiirinde: ’Hak cihana doludur/ kimseler Hakkı bilmez/ Onu senden iste/ O senden ayrı olmaz.” Başka bir şiirinde: Bu cihana gelmeden/maşuk ile bir idim/kul hüvallah sıfatlı/bir bi-nişan nur idim. Yer gök yaratılmadan/Kalu bela denmeden/Levh kalem çalınmadan/Miraca kadir idim derken de varlıkta birliği dile getirir. Ecevit mağara şiirinde bu özlemi: Aşk oydum/Mağaranın duvarına/Aşk oydum/Ağrıdı taşlar yarıldı mağara/Ben doğdum derken kendini birlikten ayrı görmeme inancı daha güzel nasıl ifade edilebilirdi. Bu düşünceleri yadırgayanlara ve kendine saldıranlara
Mevlana: sen de görecek göz yok demiş. Yunus’ta öyleleri için: Çoklar geldi kapıya/Kapıyı tuttu durur/İçeriye giri ben/Ne varın bilmediler der. Ve görecek gözü olmayanlar, gemiye girip denize dalmayanlar, kapıyı tutup içeri girmeyenler Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Hacı Bayramları ve daha nicelerinin kaynağından beslenen Türk İslam Tasavvufunun bu topraklara ektiği hümanizm maylanmasına bağnaz taassuplarıyla düşmanlık beslemişlerdir.
Bizim sufilerimizin varlıkta birlik olarak tanımladıkları insanın özgürlük ideasını onlardan 700 yıl sonra Hegel; Tanrı ve O’nun arzusu tektir. Felsefi düzlemde buna idea deniyor. İnsan tininin unsurlarında göz önüne almamız gereken kesin olan insanoğlunun özgürlük idea sıdır saptamasında bulunur. Hümanizme ulaştıracak özgür düşünce ortamı bakımından Türk-İslam Tasavvufunun bu eşsiz tarihsel mirası nasıl oldu da geri plana itildi. Bunu anlamak için Türk Rönesansının yaşandığı devirlerde Arap coğrafyasında hakim olanın, akli olmayan ve felsefenin de olmadığı, hadis ve fıkıh kaynaklarından beslenen irrasyonel( Hanbeli) görüş zamanla İbn-i Teymiyye ile geliştirilip yayılacaktır. İlk büyük tasfiyeci hareketin Osmanlıdaki temsilcisi olarak ortaya çıkan Birgivi Hareketi tasavvuf geleneğine aykırı fikirleri ve katı bağnazlığıyla Razi ekolünden tamamen farklı ama etkileri bakımından bugüne kadar devam etmiştir. Birgivi’yle birlikte İbn-i Teymiyye ekolü Osmanlı Türkiye’sine yerleşmiştir. Bugün İslam dünyasını anarşi ve kandan beslenen kaosa sürükleyen selefiliğin temelleri İbn-i Teymiyye’ ye dayanır. O nun fikirleri Kadızadeliler hareketiyle yozlaştırılmış bir islam hareketine dönüşmüştür. Halk taassubuna dayanan bu popüler islam anlayışı 16.y.y.dan günümüze kadar çekişme ve mücadele konusu olacaktır. Katip Çelebi Birgivi için örfuadat,tarih bilmez saptamasıyla eleştiride bulunur. Osmanlı imparatorluğu’nun kuruluşunda en önde etkilisi olan Abdalan-ı Rum(Horasan Erenleri) gibi tasavvuf tarikatlarına, İmparatorlukta merkezi örgütlenme hakim duruma geldikten sonra, kendi otoritesi dışında gördüğü için tahammül edememiştir. Aslında tahammül edilmeyen özgür inançtır. Türk İslam Tasavvufunun beslediği rasyonel düşünce sayesinde yükselen Türk Rönesansının karşısına aklı uykuya yatıran, hadis ve fıkıhla sınırlandırılmış medrese kafası çıkmıştır. Yani hoş geldin İslam ortaçağı.16.y.y.dan sonra artık bizde de olan budur ve İmparatorluğun gerileme ve yıkılması ilim ve fikir hayatındaki bu köklü kırılmadan sonra başlayacaktır. Kutsal kitabımızda kuvvetle vurgulanmasına rağmen o zamandan beridir: ’mana” yerine ’şekil’,” sevgi” yerine ’ korku”, ’ birlik” yerine ’ ikilik”,” barış” yerine ’ kavga”, ’inşa” yerine ’ yıkım” İslam dünyasını esir almıştır.
Batı uygarlığının temel harcı Hümanizm’dir. Yani herşey insanı ve doğayı derin bir felsefi bakışla yeniden değerlendirmekle başlamıştır. Pagan inançlardan ve semavi dinlerin klerikal mirasından şekillenen insan düşüncesinin artık hümanist görüşle yeniden inşa edilmesidir. Türk Hümanizminin öncülerinden Suat Sinanoğlu, hümanizmi zihnin mutlak özgürlüğü somut gerçeğin tanınması kuralı olarak tanımlar. Hümanizm sayesinde Batı’da gelişen rasyonel düşünce ortamında dinde reform ve laikliğe ulaşılabilmiştir. Nicolas Cusano’nun Gazali’ nin Tasavvufi görüşlerinden etkilenerek oluşturduğu Hırıstiyan tasavvufu sonrasında Lorenzo Vala ile İtalya’da başlayan Hümanizm akımı Roterdam’lı büyük filozof Erasmus öncülüğünde gelişip yayılarak Almanya’da Lüther Fransa’da Kalvin’e reform için uygun entellektüel ortamı hazırlamıştır. O sayede Batı medeniyeti rönesans ve refomasyona ulaşabilmiştir.
Hoca Ahmet Yesevi ile başlayıp Horasan Erenleri’yle Anadolu’ya taşınan Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Hacı Bayram, Pir Sultanla Anadolu müslümanlığının rönesansını yaratan devir batının hümanist geçmişine esin kaynağı olduğu gibi aynı zamanda bizim kültür genlerimizde de yaşamaktadır. Türk hümanizminin fikri temellerini oluşturan Türk İslam Tasavvufundan beslenen Anadolu Müslümanlığının altın çağını anlamadan bu topraklarda gerçek laik bir toplum olmak zor görülmektedir.
1960’lı yıllardan itibaren Aydınlar Ocağı etrafında şekillenen Türk-İslam sentezciler şöyle diyorlardı: ’1200 yıllık tarihimiz Türk milletinin kültür varlığı olarak İslam-Türk sentezi biçiminde bir temel oluşturmuştur. İslamiyet, Türk kültürünü oluşturan başlıca öğedir. Bu geleneğe, milli değerlerimize ve tarihimize bağlılık solcu ve hümanist akımlara karşı doğal güvencedir.”12 Eylül 1980 darbesinden sonra bu görüşler siyasi iktidar tarafından benimsendi. 1986 yılında ’Milli Mutabakatlar” çağrısı yaptılar. DPT’nin milli kültür raporunun hazırlanmasında görüşleri kabul edildi. Sentezcilere yakın olanlar devletin çeşitli kültür kuruluşlarında görev aldılar. 1982 anayasası bu atmosfer içinde hazırlanmıştır (Prof. Halil İnalcık) Burada can alıcı nokta Türk-İslam sentezcilerinin hümanist akımlara karşı bayrak açmasıdır. Son yıllarda artık Türk-İslam sentezcileri yerini tümüyle İslam sentezcilerine bırakarak tasfiye olmuştur. Bu proje kültürel ve tarihsel gerçeklikten uzak siyasi bir projedir. Siyaset kurumu sağda ve solda etkili partileriyle oy avcılığı yapmak uğruna taassuba dayanan popüler islam anlayışının değirmenine su taşımak için yarış halindeler. Siyasi partiler halkın duygularını okşayarak oy alsalar da tutsağı olacakları dinsel popülizm canavarı ülkeyle birlikte onları da yiyecektir.
Geçmişin zengin inanç iklimi:” Gel gel ne olursan ol yine gel” diyen yüce gönüllü, kucaklayıcı Mevlana’ dan, kendinden olmayanlar için; Onlar ateist, onlar şu ,onlar bu gibi toplumu ayrıştırıcı siyasi iklime savrulmak hazin bir durum. Hele de Yunus Emre’ nin kendini var edenden ayrı bir varlık gibi görmeyen; ’Yaradılanı severim Yaradan dan ötürü” özdeyişini tasavvuf neşvesiyle kavrayamadan, kalabalıklar önünde yüksek perdeden ; Onları da Allah yarattığı için tahammüllüyüz anlamının çıktığı, üstten bakan ayrıştırıcı siyasi bir iklime savrulmak Türk İslam Tasavvufunun kabul edebileceği bir durum değildir. Sorumluluk sahibi aydınlara ve siyaset adamlarına düşen görev, sahip olduğumuz muazzam kültürel ve tarihsel mirası yeniden ortaya çıkarmak. Ve Türk-İslam Tasavvufuyla mayalanmış felsefi mirastan beslenen Türk hümanizmiyle yeni bir rönesansa ulaşmanın yolunu açmak olmalıdır. Laik ve çağdaş bir ülke olarak huzura kavuşmanın yolu buradan geçmektedir.