Bir Vatan Şairi ; Mehmed Akif Ersoy

Dini, vatanı, bayrağı, milleti, namusu korumak için verilmiş bir sözün kanla, canla yazılmış bir destanıdır İstiklal Harbi. Bu destanı  bütün ihtişamı ile söze dökmek; İstiklal Marşını yazmak ise Müslümanlığı  Allah'a…

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Dini, vatanı, bayrağı, milleti, namusu korumak için verilmiş bir sözün kanla, canla yazılmış bir destanıdır İstiklal Harbi. Bu destanı  bütün ihtişamı ile söze dökmek; İstiklal Marşını yazmak ise Müslümanlığı  Allah’a verilmiş bir söz olarak anlayan ve hayatını bu söze adayan  büyük şair, dava adamı Mehmet Akif Ersoy’a nasip olmuştur.

İstiklal Marşımızı yürekten okuyan ve dinleyen her bir vatan evladının

“Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı

 Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı”  dizelerini terennüm edip de ecdadına minnet ve rahmet hisleriyle dolmaması, üzerinde hür olarak gezip yaşadığımız aziz vatan toprağının

“Gök kubbenin altında yatar al kan içinde

Ey yolcu şu topraklar için can veren erler

Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez 

Gufrana bürünmüş yalnız Fatiha bekler”   nidasını duymaması mümkün değildir.

Mehmed Akif’in 1873yılında İstanbul’da başlayan 63 yıllık dünya hayatı 1936 yılında yine İstanbul’da nihayete ermiştir.

“Canı cananı bütün varımı alsın da Hüda 

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda”    mısralarıyla vatan sevgisini dillendiren Akif ömrünün son 11 yılını vatanından ayrı olarak Mısır’da geçirmek durumunda kalmıştır. Son yıllarını Kur’an-ı Kerim meali üzerinde çalışmaya tahsis etmişti ancak  hastalanınca yurduna dönmüş, altı ay sonra da vefat etmiştir.

“Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor                  

Bir hilal uğruna  Ya rab,ne güneşler batıyor!

Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi 

Bedrin arslanları ancak bu kadar şanlı idi.” diyerek kahramanlığını dile getirdiği şehitlerimizin kanlarıyla sulanan “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” dediği vatan toprağına sarılarak ebedi aleme uğurlanmıştır.

Mehmed Akif’in eğitimini tamamladıktan sonra 1893’te başlayan memuriyet hayatı 1914’e kadar devam etmiştir. Veterinerliğin yanı sıra Halkalı Ziraat Mektebinde ve Darülfünun’un Edebiyat şubesinde hocalık yapmış, arkadaşı Eşref Edip’le birlikte  ” Sıratı  Müstakim”(adı sonra “Sebilü’r-Reşad” oldu) dergisini çıkararak   yayın hayatına da bu dönemde girmiştir. İstiklal harbinin başlamasıyla milli mücadeleye destek vermek üzere arkadaşı Eşref Edip Bey’e: “Haydi hazırlan gidiyoruz; harekatı milliyenin başladığı cepheye. Artık burada duramıyorum!” diyerek İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’ya geçmiş; Balıkesir’den başlayarak kasabaları köyleri gezip vaazlar vermiş , bir yandan da yazarak vatanın en ücra köşelerinde milli mücadele ruhunu uyandırmak ve canlı tutmak üzere  çaba sarf etmiştir. Yegane gayesini

“Ruhumun senden ilahi şudur ancak emeli

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli

Bu ezanlar-ki şehadetleri dinin temeli-     

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.”  mısralarında dile getirmiştir.

Mehmet Akif,1920 ‘de Burdur mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. Bu yılın son aylarında Erkan-ı Harbiye Riyasetinin isteğiyle Maarif Vekaleti milli marş güftesi için bir yarışma açtı. Yarışmaya 700’den fazla şiir gelmesine rağmen nitelikli bir manzume bulunamayınca konulan maddi mükafat sebebiyle yarışmaya katılmayan Mehmed Akif’in de bir marş yazması ısrarla istendi. Mükafat şartının kaldırılması üzerine Akif şiirini tamamlayarak teslim etti. Meclisin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda okunan şiir ittifakla İstiklal Marşı güftesi olarak kabul edildi.Ancak meclis kararı olduğu için kazanana verilmesi zaruri hale gelmiş bulunan nakdi mükafat Akif tarafından  Darü’l-mesai adlı bir hayır cemiyetine bağışlanmıştır. Milletine yazdığı marş için verilen parayı bir onur meselesi görerek almadığı o günler Akif’in  çok soğuk havalarda yakın arkadaşı Şefik Kolaylı’nın  paltosunu giyerek meclise geldiği günlerdir.

Hatimle namaz kıldıracak derecede kuvvetli bir hafız olan Mehmed Akif  Kur’an’ın sadece nazmına değil, manasına ve maksadına da  son derece vukufiyet sahibi idi.  

“Ya açar  Nazmı Celilin  bakarız yaprağına

Yahut  üfler geçeriz bir ölünün toprağına

İnmemiştir hele Ku’an bunu hakkıyla bilin !

 Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için”    diyerek  Kur’an’ın Müslümanların hayatında gerçek bir rehber olabilmesi ve doğru anlaşılması için var gücüyle çalışmış; Müslümanların İslam’ın ruhundan uzaklaşmış hallerini gördükçe,

“Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir,

 Müslümanlık bilmem amma galiba göklerdedir.”

“Bu nasıl dar, ne kadar basmakalıp bir görenek?

 Müslümanlık mı dedin?…Tövbeler olsun, ne demek!

 Hani Kur’an’daki ruhun şu heyulada izi,

 Nasıl İslam ile birleştiririz kendimizi,”  diyerek serzenişlerde bulunmuş;

“Ölüler dini değil sen de bilirsin ki bu din, 

  Diri doğmuş,duracak dipdiri durdukça zemin

  ………………………………….                                                                                 

  Beşeriyyetle beraber yürümektir şanı, 

  Yürümez dersen eğer ruhu gider İslam’ın”

“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” mısralarıyla da bu derdin çaresine işaret etmiştir. Sadece gönlünü, fikrini ve kalemini bu yola seferber etmekle kalmamıştır;

“Dünya neye sahipse, onun vergisidir hep; 

Medyun ona cemiyeti,medyun ona ferdi 

Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet…” diye andığı  Hz.Peygamber(S.A.V)’in “İnandım de sonra da dosdoğru ol”  düsturunun yaşayan bir abidesi olmuştur.Akif’in ahlakını, uzun yıllar kendisiyle beraber bulunan arkadaşı Eşref Edib Bey şöyle anlatmıştır:  

“Akif sadece bir köşeye çekilip düşündüklerini duyduklarını yazmakla kalan bir şair değildi. Aynı zamanda doğru bildiği şeyleri yapmaya çalışan, hareketlerini samimi duygularına uygun düşürmeye uğraşan bir cemiyet adamı idi.

Çok azim sahibi idi. Bir kere bir şeye azmetti mi artık onu yapmak mesele değildi.

Vefakarlığı müstesna derecede idi. Dostluğuna bihakkın güvenilirdi. Vefasızlık nazarında en büyük namertlik idi. O yalnız insanlara karşı değil, Allah’ına ,Peygamberine, milletine vatanına da vefakardı.

Çok mütevazi idi. Gösterişi hiç sevmezdi. Sırası gelmeyince ilmini bile açığa vurmazdı.

Çok metanet sahibi idi. Yeis korku nedir bilmezdi. Hissiyatına karşı soğukkanlılığını muhafaza ederdi.

Çok mert adamdı. Çocukluğundan beri mertliğe meftundu. Acze düşmüş adamdan intikam almayı mertliğe aykırı görürdü.Söze büyük kıymet verir, verdiği sözü kat’iyyen yerine getirirdi.Meğer ki ölüm ya da ona yakın bir mani zuhur ede.. Sözünü tutmayanlara insan nazarıyla bakmazdı.

Yalan nedir bilmezdi. Her sözü doğru idi. Hiç kimse müddeti ömründe onun bir kere olsun yalan söylediğini görmemiştir. Yalan söyleyenlere çok kızardı.

Utangaçtı. Ona faziletinden, kudretinden bahsederseniz kızarır, başka tarafa bakardı.

Halkın ızdıraplarına alaka gösterirdi. Halk sıkıntıda iken zevk ve sefahat içinde yüzenlere müthiş hasım kesilirdi.

Eskiye kayıtsız değildi, yeniye de körü körüne taraftar değildi. Düsturu şu idi: ‘Eski eski olduğu için atılmaz, fena olursa atılır. Yeni yeni olduğu için alınmaz, iyi olursa alınır.’

Çok hür fikirli ve müsamahakar idi. Geniş düşünürdü. Onun müsamaha etmediği yalnız bir şey vardı: Dini.”

Mehmet Akif Ersoy’un bu şiir milletimindir diyerek İstiklal Marşını içine dahil etmediği; son haliyle on bir bin mısralık eseri   “Safahat” 1911’den itibaren önce ayrı ciltler halinde basılmaya başlanmış, sonraki yıllarda yedi cilt bir arada yeni baskıları yapılmıştır. 1987 yılında Kültür Bakanlığı Yayınları arasında yer alan baskısının önsözünü okumak hem bu eseri, hem de Akif’i tanımak, onun niçin “milli şair” olduğunu, “ İstiklal Marşı”nın neden onun kalemine nasip olduğunu anlamak açısından yerinde olacaktır:

“ Safahat bir destandır.

Bin yıl önce kavuştuğu yüce imana, bütün benliği ile sahip çıkan, onunla birleşen,ona lisan ve kalkan olan Türk milleti,eriştiği ruh ve fikir olgunluğu,ahlak ve seciye sağlamlığı,cesaret ve yiğitliği ile bu destanda konuşmaktadır.

Bu destanda , “Hasta” ve “Küfe” ile inleyen; ayetlerle haykıran;”Kürsü”lerde hikmet ve vakarla konuşan;”Asım’da hem coşan, hem de temkinle düşünen; “Vahdet”i özleyip “Gece”ler boyu “Secde”lerle  “Leyla”sını çağıran ve “batan güneşleri”ne ağlayan; Akif değil,geçmişi ve geleceği,ölüleri ve dirileri ile bütün millettir…Bizim milletimizdir.

Bu destanın milletiyle birleşen şairi, aradan çıkmış, geleceğin nesillerini, şanlı dedeleri ile baş başa bırakmıştır.

Allah saklasın! Bu millet hafızasını kaybetse…”Safahat tek başına onu yeniden canlandırmaya yetecek kadar dolu ve diri bir kitaptır…

Böyle bir esere ve böylesine şair bir evlada sahip bulunmak, milletimiz için ne saadet!

Seksen yıldır halkımızın öz evladı bilerek sarıldığı, sevdiği ve yaşattığı Akif’e, vefatının  ellinci yılında da olsa, devletimizin el uzatması, milli hayatımızın geleceği için müjdeler taşımaktadır.

“Safahat”a dikkatle bakanlar, onun aynasında, örnek alınmaya gerçekten layık, yüksek ahlaklı, kahraman bir milletinkendi milletimizin – aksini göreceklerdir

Mehmet Akif Araştırmaları Merkezini kurarak şairin eserleri ve hayatı hakkında araştırmalar yapan  M.Ertuğrul Düzdağ’ın ifadesi ile “Akif, imanını hayatında yaşayan, her şeyini dini, vatanı, milleti için feda edip, ufacık bir karşılık dahi almadan Rabbine sessizce giden bir adamdır.”

“Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma, 

 Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?”   demişti  Mehmed Akif, ancak onun sessizliği milletinin gönlüne bir sevgi çağlayanı olarak yansıdı. Gençlerin omuzlarında ebediyete yolcu edildiği günden beri rahmetle, sevgiyle yad edilmektedir ve bu milletin manevi semasında Yunus gibi, Mevlana gibi bir yıldız olarak parlamaya devam edecektir.

  Mehmed Akif’i ve milli mücadelemizin kahraman askerlerini rahmetle anıyor; Akif’in “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” duasına yürekten amin diyoruz.

Ayşe Nur Kapusuz

Beykoz İlçe Vaizi

Bir Vatan Şairi ; Mehmed Akif Ersoy
Bizi Takip Edin