İçinde yaşadığımız zaman, sadece yaşamlarımızı değil yaşam kodlarımızı da ele geçirmiş. Bize bahşedilmiş olan değerlerimizi , yani paha biçilmez elmas kıymetindeki miraslarımızı, çok değerli olduğunu sandığımız beş para etmez cam parçalarıyla değiştirmeyi marifet sanan bir divaneliğin içinde hapsolmuşuz. Ve maalesef elimizde bunu değiştirmek bir yana farketmeye yetecek kadar dahi bir şey kalmamış gibi.
Gazetelere, televizyonlara, insanlara (amaçlarına, kaygılarına, tasalarına, önem sıralarına, korkularına vs.) baktığım zaman şunu sorgulamadan edemiyorum; uğruna tüm değerlerimizi bir çırpıda kenara atıp tercih ettiğimiz bu hayat, hakikaten bize istediğimizi kazandırdı mı acaba?
Lügatlarımızdan haysiyeti kaldırmak bizi daha mı müreffeh bir toplum yaptı mesela! Çok mu ağır oldu. Hadi görmemiş gibi yapalım o zaman. Peki ya tenezzül kavramına ne dersiniz ? Ya onur! Asalet.. Hamiyet (ne demek olduğunu kaç kişi bilir acaba).. En basitinden nezaket mesela.. Hiç duyanınız var mı artık bu kavramları. Dikkat ederseniz olmaktan bahsetmiyorum bile. Sadece duymaktan bahsediyorum! Ki aslolan duyulması ya da bilinmesi değil, ’olunması” iken..
Tamam hayatını devam ettirmek her canlının en temel ve ortak güdüsü. Doğru. Fakat insan denilen varlığı, sebzeden farklı kılan bir şeylerin olması gerekmez mi ? İnsanı insan yapan insani değerlerden, kadim değerlerden bahsediyorum. Uğruna yaşamayı göze aldığı şeylerden (ölmeyi geçtim). Hayatı, yaşanmaya değer kılan şeylerden.
Neye dönüştüğümüzü sorgulamak için çok geç değil. Birbirimizi doğruyu yanlış, yanlışı doğru göstermek konusunda yeterince kandırdık. Buna bir son vermek gerek. Kaybettiğimiz yitiklerimizi tekrar arayıp bulmak gerek. Bunun derdine düşmek gerek.
Elde etmek için tüm değerlerimizi ayak dibi ettiğimiz hayat, bize bu kadar verdi işte. Daha zengin daha varlıklı ve daha müreffeh bir hayatımız var. Ama bu bize daha mutlu daha huzurlu ya da daha yaşanmaya değer bir hayat getirmedi. Her şeyimiz tam gibi görünürde. Ama hep bir şeylerin eksik olduğunu derinden derine hissetmiyor muyuz? Hissediyoruz. Sevgisiz, bencil, kazanmak için her yolu meşru sayan, hırsın gözleri kör ettiği bir zaman bu. Halbuki bizim kodlarımız, değer ölçülerimiz, kazanmak üzerine kurgulanmış değildir. Önemli olan mücadele etmek ve hakkını vermektir. Sonuca dönüp bakmayız bile. O Allah’ın takdir edeceği bir konudur çünkü.
Fatih Sultan Mehmet Trabzonu (Trabzon Rum İmparatorluğu)almak üzere askerlerinin önünde sarp ve yalçın kayaları aşmak için yara bere içinde çetin bir mücadele verirken, Uzun Hasan’ın çok sevdiği annesi kendisine yanaşıp:
’- A oğul, bi Trabzonu kazanmak için bu kadar meşakkate değer mi ?” dediğinde cevaben :
’ – Ana, bizim derdimiz Trabzon değildir.. Biz gazanın hakkını vererek, Allah’ın rızasını kazanmak peşindeyiz..” demiştir.
Trabzonu aldı ama alamasaydı da bu Fatih’in Fatihliğine bir gölge mi düşürecekti? Bizim gözümüzde belki düşürürdü. Çünkü biz sonuç odaklı bakıyoruz. Almış mı, almış.. Alamamış mı! At gitsin!. Peki bizim gözümüzde nasıl olduğu mudur önemli olan!
Yolculuğun kendisidir güzel olan, mutlu kılan. Hangi niyetle ve nasıl yol aldığın belirler kaderini. Aldığın sonuç ya da vardığın yer değil. Savaşçı olmak bile zaferle değil, zafere giden yolda nasıl ilerlediğinle alakalıdır. Ve hatta zaferi elde ettikten sonraki tavrınla. Fatihin İstanbul’u fethettikten sonra surlardan içeri girerken muzaffer bir komutanın kibir edasıyla mı yoksa gurura kapılmamak için yüksek bir tevazu içinde mi girdiğine bakarsak, ’mümkünün sınırlarını görmek için imkansızı denemek gerek” kararlılığındaki birinin, tevazuya gölge düşürmeden de bunu başarabildiğini görürüz.
Adam olmanın, sultan olmakla o yüzden alakası yoktur bizde. O yüzden çocukken bize sultan (makam,mal,mülk,mevki sahibi) olmayı değil, adam olmayı hedefimize koymamız gerektiği öğretildi. Ve bunun daha önemli olduğu. En azından biz o hikayelerle büyüdük.
(Bu arada çocuklara o hikayeler hala anlatılıyor mu acaba ! Hayır mı ? Sizce neden peki ?!.)