Muhabir olarak çeşitli organizasyonlara katılıyoruz. Şahsen ben her bir etkinlikten bir şeyler öğrenmekten ve öğrendiklerimi gazetemizin siz değerli okuyucuları ile paylaşmaktan büyük bir zevk alıyorum.
Şunu söyleyebilirim ki, her organizasyonda öğrenilecek bir şey muhakkak vardır. Ancak, öyle organizasyonlar olur ki, orada öğrendiğiniz bir bilgi, ufkunuzu derinleştirir, düşüncelerinizin arkasına sapasağlam bir duvar olup dikilir.
Çatal bıçak seslerine kurban edilen bir hikâye
Mart ayı, ilçemizde Çanakkale şehitleri anısında düzenlenen birçok organizasyona ev sahipliği yaptı. İşte benim içeriği dolayısıyla çok beğendiğim organizasyonlardan biri, Marmara Eğitimciler Derneği’nin bu amaç ile gerçekleştirdiği bir organizasyondu. Gelgelelim, öğretmen Nuh Yaşar’ın anlattığı o çok değerli bilgiler, çatal bıçak sesleri arasında kaybolup gitti; öyle ki, anlatılanlara pür dikkat kesilebilmek için ayağa kalkıp sunum perdesine yaklaşmak zorunda kaldım.
Bakın, ben orada anlatılanlar ile birlikte hangi hikâye kahramanıyla tanıştım: Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmüş İstanbullu bir vatan evladıyla; Tabip Yüzbaşı Dimitroyati ile… Evet, adından anladığınız gibi bir Rum’du o… Dimitroyati, Atatürk’ün “ ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” şeklindeki tarihi sözünü söylediği ve dünya savaş kahramanlıkları destanına, adını “57. Alay” olarak yazdırmış bulunan o ünlü alayda doktorluk yapıyordu. O 57. Alay ki, içindeki tek bir askeri dahi anasına geri dönememiş, bir şehit olarak Çanakkale’nin toprağını ana koynu kadar helal bilmişti kendisine.
İşte bu alayın “Gönüllü” doktoru olan Dimitroyati, yaralı bir askeri tedavi ettiği sırada, düşman saldırısıyla kendisi de ağır bir yara almış ve öleceğini anlaması üzerine yanındaki Müslüman Türk Çavuşu Ali’ye dönerek, şu sözü söylemişti: ‘Bak Ali Çavuş, öldüğümde gâvur- mavur deyip başka yere gömmeye kalkarlar; sakın ha, beni sizden ayırmalarına müsaade etme.’
Arkadaşlarının kendisini “gavur” ya da “öteki” diyerek kendilerinden ayırmadığı Dimitroyati, ay-yıldızlı mermer bir taşı kendisine yastık yapmış, Çanakkale’nin koynunda uyuyor bugün.
Bugün gelinen nokta…
Çanakkale’de 250 bin şehit, Sarıkamış’ta 90 bin… Tüm Kurtuluş mücadelesi boyunca gerçekleşmemiş milyonlarca hayal, yitirilmiş sevgi, koca, baba, ana, sevgili demek bu. Ve tüm bunlar, biz gelecek nesiller için. Gelgelelim, önümüze yiyecek konmaya görsün, bizlere bugün sanki bir masal gibi gelen bu hayat öykülerini dinlemeye birkaç dakikalık sabrımız dahi yok. Çatal bıçak sesleri ardında yok olan bu anlatımlardan çıkarılacak onlarca ders var oysaki. Dinlemeyi bilmiyoruz, sabrımız yok da, bundan daha önemlisi, bizde bu insanların o zamanlar sahip oldukları bu birlik ruhu, “Çanakkale ruhu” da yok. Nedir Çanakkale ruhu? Bence Çanakkale ruhu Ali Çavuş ile Dimitroyati’nin arkadaşlığıdır, birlikteliğidir; el ele vermişliğidir; aralarındaki görünmeyen o sevgidir, saygıdır. Oysa biz bugün bırakın Müslüman- Hıristiyan ayrışmasını; Rizeli- Kastamonulu, Mesudiyeli- Göreleli, doğulu- batılı ayırımı yapıyor, Sünni- alevi ya da çeşit çeşit tarikatlar kendi içimizde ayrışıyoruz. Üye olunan cemaat ya da tarikatlara göre, başörtü takışlarımız bile değişiyor! Hatta karşılaştığımızdaki selamlaşmalarımız da! Biz birbirimiz için gittikçe “ötekileşiyoruz.” Dünya birbirine ötekileşiyor.
İyi haber’e gelince…
Bu ayın en sevindiğim olayı ise, Beykoz’da bir kütüphaneye kavuşmamız oldu! İlk fırsatta üye olacağım bu kütüphaneyi gezdim ve okumak için sabırsızlandığım öyle güzel kitaplara denk geldim ki! Kitaplar, ne yazık ki, maliyetli ve bu, bazı kişiler için onların alımlarını engelleyecek bir sebep olabiliyor. Ancak artık bizim de bir kütüphanemiz var! Milyonlarca kahraman ile tanışmak üzere onlarla buluşmaya gidebilir, ya da onları evimize davet edebiliriz; yani kitapları ödünç alabiliriz! Yeri gelmişken, emeği geçenlere teşekkürler! Not: Herkes aldığı kitaplara lütfen özen göstersin, sırada biz de varız çünkü!
Ve bir yaşanmışlık…
Paylaşmak istediğim yaşanmışlık, bana bizzat yaşayanı tarafından aktarıldı. Zeki esprileri ve hazır cevaplarıyla; hareketli bir müzik duyduğunda tekerlekli sandalyesine rağmen oturduğu yerden oyun havalarına eşlik edişiyle, bir toplantıda söz hakkı kendisine geldiğinde, “bu sefer ayağa kalkmayacağım, kusura bakmayın” deyişiyle yüzümde her zaman gülücükler açtırmayı başarabilen OFD Başkanı Saniye Efe ile yaptığımız sohbetten kısa bir alıntı bu… Saniye Hanım, bir arkadaşı ile birlikte sinemaya gittiğinde, vatandaşlarımızdan birisi kendisine “ siz eskiden bu kadar yoktunuz, nereden çıktınız?” deyince, Saniye Hanım cevap verir: “ Biz hep vardık ama kapalı kapılar ardındaydık.” Çok şükür ki, artık kapalı kapılarını açıyor ve dışarı çıkıyor engelli vatandaşlarımız. Bizler de bir saniye sonra onların arasına katılabilme ihtimalini de düşünerek en azından, onlara engel teşkil etmeyelim.
İstanbul’un göbeğinde rezillik!
İstanbul’un göbeğinde öyle garip olaylar yaşanıyor ki, anlayamıyorum. Anlayamadığım, vatandaşı mağdur eden bu olaylar yaşanırken, yetkililerin ortada olmayışları! İstanbul denilen mega kentte, ev sahibi olma hevesiyle paralarını inşaatçılara kaptıran vatandaşların başları, bu inşaatçılara bir zamanlar izin vermiş olan yetkili organların, sonradan bu firmalar ile anlaşmazlığa düşmeleri sonrasında yandı! Yetkililer ise vatandaşın çaresizliğini biliyor olmalarına rağmen, adeta duymaz ve görmezleri oynayarak, sorunların “çözülemeyişlerini” ve kurbanların çırpınışlarını uzaktan seyretmekle yetiniyor! Bundan kim zarar görüyor peki? Şimdilik sadece vatandaş! Peki çözüm için ne yapılıyor? Hiç! Vatandaş kendi çözümünü üretmek gibi bir “çözümsüzlükle” baş başa bırakılıyor. Ortadaki bu boşluktan yararlanmanın fırsatını kollayan çeşitli mafya ise ellerini ovuşturarak, harekete geçti bile! Vatandaş yalnız ve sahipsiz.
Bir alıntı: Herkesin içinde tokatlanmaya lâyık kişiler bile erdemden söz ederler… (Gogol)
Bir sorum var: İçimizde koca bir evren, çalışan devasa bir fabrika var. Öyleyse neden fakir olduğumuzu düşünürüz ki hâlâ?
Arzu Başlantı