Soğuk savaş sonrası dönemde hâkim kılınan küreselleşme, jeopolitik yargıların azalmasını sağlamış veya jeopolitiğin geri plana itilmesi ile ilerlemiştir ve ortaya yeni bir kavram jeoekonomi çıkmıştır. Jeopolitik; ideoloji, ittifak, büyüklük ve güç merkezlilik ve askeri güce dayanma üzerine kuruludur. Buna karşın, jeoekonomi; ekonomi odaklı teknoloji, bilişim, emek, iş birliği ve muhtelif kaynak tabanlı “ulusal güvenlik” üzerine inşa edilmiştir.
Jeoekonomi, yöntem olarak, geçmiş olaylardan, sosyolojik yapılardan ziyade daha çok geleceğe, ekonomiye, teknolojiye ve coğrafyaya önem vermektedir.
Jeoekonomiye verilebilecek en iyi örnek Fransa ve Almanya’nın durumudur. Son birkaç yüz yıldır ekonomik, politik ve silahlı rekabet halinde olan Fransa ve Almanya’nın bütün güçlerini birbirleri üzerinde tüketmeleri İngiltere ve ABD’nin hegemonyalarını güçlendirmekten öteye gitmemiştir. Bugün ise barış halinde olan iki ülke, AB çatısı altında lokomotif ülke konumlarıyla bütün Avrupa’nın ekonomik ve politik omurgasını oluşturmaktadır.
Artık jeopolitik alışkanlıklar ancak ülkelere politik olmaktan çok ekonomik ve ticari getirileri olduğu sürece kullanılan bir araç konumuna indirgenmiştir. Ancak Rusya’nın Ukrayna işgali buna kötü bir örnektir. Jeopolitik kaygıların öne çıktığı bu işgalde devasa kaynakları ile kendine mahkûm Avrupa Birliği’ne rağmen Rusya halen ağır şekilde yalpalamakta, kan kaybetmektedir. Jeoekonomi dinamiklerine karşı durmak karşılıklı kayıpları beraberinde getirmektedir.
Diğer taraftan şunu da açık olarak görebilmeliyiz; çatışmaların, Ukrayna işgalinde olduğu gibi veya terör olaylarının, PKK terörünün Türkiye’nin başına musallat edilmesi gibi, kökünü de jeoekonomik konumu yüksek olan veya olma ihtimali olacak bölgelerin veya ülkelerin zayıflatılması veya stratejik enerji kaynaklarının yeryüzündeki dağılımını kendine çekme ile ilgili olarak ortaya çıkan ticari ve ekonomik kazanç savaşının bir parçasıdır.
Gündemimizdeki Ukrayna işgalinde de işte tam olarak Rusya’nın ve doğusunun zayıflatılması Batılı müttefiklerce amaçlanmaktadır. ABD güdümündeki NATO’nun Rusya’nın burnunun dibi Doğu Avrupa’ya ve hatta Yunanistan Dedeağaç’a askeri yığınak yapmasıyla amaçlanan da bundan başkası değildir.
Erdoğan’lı Türkiye jeopolitiği bırakmış, jeoekonomiye geçmiştir.
Çinli filozof, savaş stratejisti Sun Tzu; “…savaşarak zafer kazanmaktansa, savaşmadan kazanmak en iyisidir” der. Türkiye son dönemde bu sözü en iyi uygulayan ülke konumuna ulaşmıştır. Çok yönlü sıkıştırmalar veya yanına çekmelere rağmen yani jeopolitizm yerine akıllıca hamle ile jeoekonomiyi seçmiş ve saha da uygulama becerisini üstün bir devlet aklı ile ortaya koymuştur.
Ukrayna işgalinde namı değer tarafsız İsviçre’nin bile karşı duramadığı haliyle jeopolitiğin soğuk, yayılmacı ve çatışmacı tavrına hayır diyen Türkiye jeoekonominin daha çok kalkınma, iş birliği ve uyumunu ön plana koymuştur.
Elbette Türkiye bunu sağlam alt yapısı, üreten ekonomisi ve savunma sanayisindeki atılımlarına güvenerek uygulayabilmişse de esasen uzun yıllardır Erdoğan’ın ilmek ilmek dokuduğu yeni Türkiye’nin dış politika stratejisinin payının da büyük olduğu aşikardır.
Birilerinden medet ummak yerine kendi ayaklarının üzerinde yürüyüşü seçen Erdoğan liderliğindeki Türkiye’nin artık bunu bir devlet politikası olarak görmesi ve eğer milli ise muhalefetin de bunu özümsemesi gereklidir.
Türkiye jeopolitiği önceleyen tavrı ile ne Rusya ne de Ukrayna ile bağını kesmiş; aksine uyumun, iş birliğinin, barışın sağlanması adına adımlar atmıştır. Bu sayede kısa ve orta vadede dış dünyaya kapanmaya zorlanan haliyle Rusya’nın en iyi tedarikçisi konumuna ulaşmamız mümkün olacakken Batı için de vazgeçilmesi zor bir müttefik olduğumuz tescillenecektir.