Milli bayramlar… Son genelge… Saygı duruşunda durulmaması… İzinli kurum dışında resmi törende çelenk koyma yasağı… derken, yeni bir huzursuzluk dalgası ülke geneline yayıldı.
Sebepleri üzerinde durmak değil, gelişme ve sonuca doğru sesli düşünmek amacındayım. Yıllarca “ulusal bayram” denilince, ne yazık ki bayrağımızı göndere çekmenin ve çocuklarımıza onlara ezberlettiğimiz şiirleri okutturmanın ötesine geçemedik. Aslında biz, bana göre, ulusal kimliğimizin ve varoluşumuzun temeli 23 Nisan’larımızı, 29 Ekim’lerimizi, 19 Mayıs’larımızı, 30 Ağustos’larımızı hiç mi hiç içselleştiremedik.
Bu, son yasaklamaların sonrasında iyice gün ışığına çıkmadı mı? Çelenk koyamayınca, saygı duruşunda bulunamayınca da birden telaşa kapılıverdik. Keşke, bu bayramlarımızı çok önceden hak ettikleri şekilde içselleştirebilseydik! Çocukların gelmesini heyecanla beklemedikleri hiçbir şey, aslında içselleşmemiş demek değil mi?
Tesbitim odur ki, resmi ulusal bayramlarımız, ne yazık ki, çoğu insan için bir günlük tatil olmanın ötesinde öyle pek bir coşku ile yaşanmıyor. Bu bayramlar, hak ettikleri değeri görmüyor. Örneğin, önümüzde 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’mız var. Oysaki, kimsede daha coşkulu bir Cumhuriyet kutlanması yönünde bir çaba yok. Cumhuriyet Bayramı, iki kıta şiir demek değil; Cumhuriyet Bayramı sadece saygı duruşu demek değil. Cumhuriyet, önce “hissetmek” demek; anlamını kavramak demek; “ya olmasaydı?”nın hesabını yapabilmek demek.
Bunun için de Cumhuriyet Bayramı’nı içselleştirmek gerek. İçselleştirmek deyince de, işe önce çocuklarımızdan başlamak gerek! İçinde bulunduğumuz koşuldan en iyisini üretmeye çalışmak gerek. Öyle bir üreteceksin ki, eskiye vahlanmayacak kimse! Zaten bu yasaklar da geçici; genelgeler, yönetmelikler değişmek ve değiştirilmek içindir!
İçinde bulunduğumuz yoksunlukları vesile olarak görerek, şer’den hayır çıkarmamız gerekmiyor mu? Cumhuriyet Bayramı’nı sabah göndere bayrak çekme veya bir iki şiirin ardından kısa bir tokalaşma ve “ iyi bayramlar” temennisi ile sadece bir fener alayına mahkûm etmememiz lâzım değil miydi?
Nasıl ki Ramazan Bayramı öncesinde başlar o heyecanlı hazırlıklar; işte aynen bu heyecanla hazırlıklar yap: Evini baştan sona süsle bu bayramda, renk renk rafyalar ve balonlarla! Tatlılar, hamur işleri aç, şekerlemeler al; yeni bir tişört, pantolon al kendine, çocuğuna; alabiliyorsan komşunun oğluna ya da kızına da!
Neden bu bayram, adı “Cumhuriyet” olan panayırlar kurmuyorsun ki? Neden ev ziyaretlerine gitmiyor, çocuklarda, gençlerde “beklenilen” bir coşku ortamı yaratmıyorsun? Çocuğuna 29 Ekim coşkusunu vereceksin ve o da bayramı “bayram” gibi kutlayacak; bırak, şiirini ezberlemesin, kâğıttan okusa da olur!
Gelin, bu Cumhuriyet Bayramı’nda birbirimizi ziyaret edelim! Gelin, bu bayram çocuklar gibi ve onlar ile birlikte coşalım; çünkü çocuklar coşarsa, çocuklar benimserse, çocuklar tutar ve sahip çıkarlarsa, bayramlar hep bizim ve bizim kalacak; korkmayalım. Asıl korkacağımız şey, çocuklarımızdaki coşkusuzluk olsun.
Engelli otobüslerinde “manuel” saçmalığı!
“ Saçmalık” kelimesini kullandığım için özür dilerim! Şükürsüz biri değilim; geçmişte birçok anlamda ne zorlular ve yoksunluklar yaşadığımızı ve şu an sahip olduğumuz birçok yenilik ve gelişme için şükretmemiz gerektiğini biliyorum. Ancak farkında olmak ve şükretmek, daha iyisini talep etmeye hakkımız olmadığı anlamına da gelmiyor. Zaten aksi halde, geldiğimiz yerde dururuz, ilerleme olmaz.
Görev nedeniyle yurt dışında da bulundum. İnsan, orada gördüğü güzellikleri tabii ki ülkesinde de görmek istiyor. Hep düşündüğüm ve eleştirdiğim bir konu ise geçen gün, OFD Beykoz Şubesi’nin bir sohbet ortamında gündeme gelince, haklılığımın altını çizdim! OFD Başkanı Saniye Efe, tekerlekli sandalyeye mahkûm üyelerinden birinin engelli otobüsüne bindiğini ancak şoförün “ niye bindin?” şeklinde bir tepkisi ile karşılaştığını anlattı. Zira, bir engellinin, adı “engelli” otobüsü olan bir vasıtaya binmesi demek, şoförün veya insaflı yolculardan birinin koltuğundan kalkması, özürlüler için hazırlanmış manuel rampayı indirmesi, özürlüyü bu rampadan geçirmesi, özürlü yerine oturduktan sonra ise kendi koltuğuna geçmesi ve otobüsün hareket etmesi demek!
Aynı ritüelin özürlü otobüsten inerken de tekrarı var tabii! Yani, şoförün rampayı indirmesi, özürlünün otobüsten inmesi, rampanın tekrar kapatılması ve şoförün geçip yerine oturduktan sonra otobüsün yoluna devam etmesi…
Bu da şoför ve belki de yolcular nazarında bir zahmet ve zaman kaybı olarak görülüyor! E, bir de fast-food çağında yaşadığımız düşünülür ise, – yani her şeyi hızla tüketme yönünde edindiğimiz çağımız hastalığı- sabrımızın neden kolayca taştığı da anlaşılır!
İşini severek yapan, engelli dostu şoförlerimizi tenzih ederek ve her halükârda topu şoförlere değil, tam tersine bu otobüsleri satın alan kuruma yönelterek soruyorum: Avrupa’da gördüğümüz manuel olmayan, otomatik tarzdaki engelli otobüslerinin İstanbul’un bütçesini aştığı konusunda lütfen bizleri ikna ediniz. İkna olursak eğer, bizler de, “ bu bizi aşar(mış) Cumhur abi!” diyebiliriz!
Helal lokma mı dediniz?
Geçtiğimiz günlerde “ Vatandaşı Uyutuyorlar” başlığı ile bir haber çıktı ulusal basında. Verilen bilgiye göre, Sanayi Bakanlığı’nın 2012’nin ilk altı ayı içerisinde yaptığı denetimlerde, akaryakıt sayaçlarının yüzde 16’sının yanlış gösterdiği, ambalajlı ürünlerin yüzde 15’inin ise üzerinde yazılan gramajdan daha eksik doldurulduğu saptanmış! Aynı şey taksimetreler ve kuyumcu tartıları için de geçerli imiş!…
Hey gidi helal lokma… Seni yemeye yemeye olsa gerek, birbirimizi yer olduk!
7 Billion and Me
Yani, “ 7 Milyar ve Ben”
Efendim, bu; Birleşmiş Milletler’e ait bir sitenin adı.
Siteye doğum tarihinizi ve doğum yerinizi giriyorsunuz, size doğduğunuz yıl itibariyle kaçıncı insan olarak dünyaya geldiğiniz bilgisini veriyor!
“E, n’olcek yani şimdi?” mi diyorsunuz? Çok haklısınız! Sizin dünyadaki kaçıncı insan olarak doğduğunuzu bilmeniz ya da siz doğduğunuzda sizden önce kaç insanın bu dünyaya gelip gittiğini öğrenmeniz ne dünyadaki açlığı, sefaleti, savaşları, tecavüzleri, gözyaşlarını yok edecek, ne de başınızı göğe erdirecek!
Ancak, galiba biraz farkındalık yaratmıyor da değil bu bilgi. Zira siteyi tıkladığımda öğreniyorum ki, ben dünyadaki 3 milyar, 809 milyon, 154 bin 441’nci insanmışım ve ben doğduğumda dünya halihazırda 78 milyar 016 milyon 475 bin,105 kişiye de tarih boyu ev sahipliği yapmış!
Bu bilgileri geçip asıl konuya geleyim: Efendim, ben siteye girdiğim süre içinde dünya nüfusu 478 kişilik daha bir artış göstermiş. Bakın, site bana daha neler söylüyor:
Arzu Hanım!
“ Dünya nüfusu siz hayatta olduğunuz sürece ve daha sonra artmaya devam edecek; 2083’te 10 milyara ulaşacak. Ancak, nüfus artış oranının yavaşlaması bekleniyor. Mevcut nüfus artışının pek çoğu sizin ülkenizin bulunduğu grupta ya da kalkınmakta olan ülkelerde görülüyor.
Sizin bölgenizde doğum ve ölüm oranları düşüyor. Bu, sizin gibi çalışan insanların önümüzdeki yıllarda giderek daha fazla sayıda yaşlı insana destek olacağı anlamına geliyor. 2050 yılına gelindiğinde, 65 yaş ve üzeri her bireyin bakımını desteklemek üzere 4,6 çalışan olacak – bu 2000 yılına kıyasla yüzde 63’lük düşüş demek.
Zengin ülkelerin, sizin ülkenizin de aralarında bulunduğu dünyanın geri kalanının kullandığı kaynakların iki katını tükettiği tahmin ediliyor. BM tahminlerine göre mevcut nüfus artışı ve tüketim alışkanlıkları sürdüğü takdirde 2030’a gelindiğinde geçinebilmemiz için iki Dünya’ya ihtiyacımız olacak.
İşte bunları söylüyor bana!
Günün Sözü:
Ne papağan gibi başkalarının sözünü taklit et, ne de bülbül gibi boşuna şakı!(A.Puşkin)
Günün Sorusu:
Gemiler her geçişinde yırtıp geçerler ya denizi; denizin buna öfkesinden midir dalgalar?
Sevgiler!