Geçenlerde katıldığım bir yardım organizasyonu sırasında sohbet etme imkânı bulduğum bir üst düzey yetkiliden Nirvana’ya varayım derken yanlış yola sapıverme gafletinde bulunmuş bizim o turuncu renkli, merhamet ve bilgelik abidesi (!) Budist rahiplerimizin Arakan’da sergiledikleri insanlık vahşeti ile ilgili detaylı bilgi edinme olanağı buldum.
Sonrasında İHH’nın Arakan Raporu’nu okuyunca anladım ki, bizim Arakan’dan ancak her şey ayyuka çıkınca haberimiz olmuş! Zira, burada yıllardan beri sistemli bir işkence zaten süregelmekte imiş! Yaşananların temelinde ise Budist rahipleri “ böl ve yönet” zihniyetiyle kışkırtarak, ‘Müslümanlar çoğalacak ve size zarar verecek’ diye kışkırtanlar yatıyor! Bunlar kimler acaba? Tahmin etmeniz zor değil sanırım: “Medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış tanıdık, bildik o canavar” tabii ki!
Ölüm, beni acılarımdan kurtar
Hayatını kaybeden veya evsiz kalarak, başta Bangladeş olmak üzere kamplara sığınmak zorunda kalan binlerce insanın dramını ise 75 yaşındaki bir mültecinin şu sözleri ortaya seriyor:“ Bizi bütün acılarımızdan kurtaracak olan ölümü bekliyoruz.” Bazen ölüm, gerçekten arzulanır, hiçbir şeyi arzulamadığınız kadar…
Bangladeş- Burma sınırında yer alan Arakan, 1700’lü yılların sonunda başlayan ve 120 yılı aşkın bir süre devam eden İngiliz işgaline maruz kalır. Arakan’ın iki yerli halkı olan Rohingya Müslümanları ile Budist Rakhineleri (maghlar) bu süre zarfında zulümler yaşar, hatta binlerce Arakanlı yerinden yurdundan kaçarak, Hindistan’a sığınır. 19. yüzyıla kadar barış içerisinde yaşayan bu iki halk, İngiliz sömürge döneminden sonra Burmalı yöneticilerin Budist Rakhineleri kışkırtmaya başlaması ile iki düşman haline gelir ve bu şekilde günümüze varan olaylar başlar. Arakan’da yaşanan ilk büyük katliam, 1942 yılındadır. Bu tarihte Rakhineler tarafından Minbya kasabasına bağlı Çanbili köyündeki Müslümanlara saldırı düzenlenir ve kadın, çocuk ve erkeklerin hayatına kılıç ve mızraklar ile son verilir. Kadınlara başka ne yapılır dersiniz? Tabii ki, iğrenç erkek savaşlarının olmazsa olmazı: Tecavüz. Kaynaklar, yaşanan bu olaylar sırasında bölgede akmakta olan Lemro Nehri’nin sularının akan kanlar ile kırmızıya boyandığı belirtiyor.
Nehirlerin ve dağların, göğün ve taşların dili olsa da yaşlı dünyanın tecrübelerine ağıtlar yaksalar…
Sistemli işkence dönemi
Yıllar geçer ve Burma’da 1962 yılındaki askeri darbe sonrasında güçleri elinde toplayan General Ne Win yönetiminde Arakan’da önemli işletmeleri elinde bulunduran müslümanlar iktisadi güçlerini kaybederler. Devlet kontrolündeki medyanın Rohingya Müslümanlarının bölgenin yerlisi olmadıkları yönündeki yayınları ve Arakanlı Budistlere bu bölgede yaşayan müslümanlara karşı gerekli adımları atma yönünde yapılan çağrılar, gerginliği iyice arttırır.
Devlet mobbingi!
Bu ifade, doğrusu Arakanlı insanların maruz kaldıkları uygulamaları sizlerle paylaşmak isterken kalemime dökülüverdi. Yani siyasi literatürde bir anlamı olduğunu zannetmiyorum! Ancak okuyunca anlayacaksınız, haksız mıyım, değil miyim? Bakınız:
Arakan’da tüm aile bireylerinin tamamının yer aldığı bir fotoğraf, her yıl hükümet yetkililerine teslim edilmek zorundadır. Doğan her çocuk için ve ölen her aile bireyi için devlete vergi verilmesi zorunluluğu vardır!
Müslümanların seyahat özgürlüğü yoktur. Bir kişi, köyünden başka bir köye gitmek ister ise eğer, devlete vergi verip izin almak zorundadır.
Beton evler yapmaları yasak olan Müslümanlar, evlerini ahşaptan inşa etmek zorundadır. Devlete ait olan bu evler maazallah ola ki yanlışlıkla yanacak olursa, devletin evini yakmaktan dolayı altı yıla kadar hapis cezası söz konusudur.
Bir Müslüman, işyeri açabilmek için bir Budist ile ortaklık kurmak da zorundadır. Üstelik, işin can alıcı noktası şu ki, Budist ortak, sermaye koymadan işletmenin yarısına ortak olmaktadır! Bizim Budist rahiplerde Nirvana’ya ulaşırken, “kul hakkı” benzeri bir kavrama dikkat etme şeklinde bir kavram yok demek ki! Gerçi, bu bizim çoğu “hacı hocadan kork”larda da yok ya, neyse!
Efendim, Arakan’da Müslümanların evlenmesi de izne tabiidir! Evlenmek isteyen Müslüman kadın ve erkek, devlete ayrıca vergi vermek zorundadır. Bu kişiler vergilerini ödeseler bile devlet izin vermez ise evlenememektedir.
En fazla liseye kadar okuyabilen Müslümanların, devlet dairelerinde çalışmaları a yasaktır.
Sabit telefon ya da cep telefonu sahibi olamayan Müslümanlar, motrolu taşıt sahibi de olamazlar.
Saat dokuzdan sonra dışarı çıkma yasağı uygulanan Müslümanlar, vatandaşlık hakkında sahip değillerdir. E, aslında bu çok büyük bir sorun değil, değil mi? Bu şekilde yaşadıktan sonra vatandaş olsalar ne olacak ki? Devlet tarafından müslümanlara, üzerinde “ yabancılara aittir” ibaresi yazan özel bir beyaz kimlik verilmektedir. Bilgi amaçlı olan bu kimliğin hiçbir geçerliliği yoktur. Yani, bu şakayla karışık izah edersek, benim sürücü ehliyetimin konumundan çok daha vahim bir durum. Tabii, bu insanların pasaport alabilmeleri konusu da hak getire! Biz şimdi çiplileri alacak iken, yok onların böyle bir lüksleri!
Dahası da var da… Sizlerin okumaya sabrınız var mı bilemem?
Nerede medeniyetin tepkisi?
Peki tüm bunlar yaşanırken, nerede dünyanın uygar insanları? Medeniyetin beşiği olan (!) ülkeler nerede?
Geçiniz; sıradaki! Biz o medeniyetin Bosna’da kadınlara tecavüz edilirkenki tepkisizliğini de biliriz. O medeniyetin karnesi ne yazık ki çok zayıf. Medeniyet de neymiş ki, insanlık olarak sınıfta kaldık, hepimiz…
Pardon, mülteci kampları mı dediniz?
En çok Bangladeş’e sığınan Arakan Müslümanlarının bu kamplarda yaşadıkları ise ayrı bir zulüm. Tam bir yukarısı bıyık, aşağısı sakal hikâyesi. Zira, kendisi de fakirlik ile mücadele etmekte olan Bangladeş’in bu insanları geri göndermek için fiziksel ve psikolojik baskılar uyguladığı iddia ediliyor. Geri dönmek istemeyenlerin yiyecek karnelerine el konulduğu, aile reislerine geri dönmeleri, aksi takdirde hapse girecekleri şeklinde bir belge imzalatıldığı belirtiliyor. Öyle ki, kaynaklar son olaylarda komsu ülke Bangladeş’e sığınmak için Naf Nehri ve Hint Okyanusu’na açılan ancak Bangladeş hükümetinin kabul etmemesi nedeniyle nehirde ve okyanusta boğulan yüzlerce insanı haber veriyor.
Afrika’nın gözü kör!
Böl ve yönet politikası dünyanın birçok yerinde uygulanıyor. Çatışmalardan ve savaşlardan ayağa kalkamayan halk, tabii ki, ekonomik ilerlemeyi de sağlayamıyor. Öyle ki, sefalet ve yoksulluk, Afrika’da katarakt hastalığını sadece yaşlıların değil, gençlerin de belası haline getirmiş. Gençlerin dünyaları karanlık. Afrika’nın çöl kumları, pisliği ve fakirliği onların göz aydınlığını çalıvermiş.
Dünya basınında yankı bulmayan o kadar çok şey yaşanıyor ki bu kıtada da. Bunu oraya giden yetkililerden ve en çok da doktorlarımızdan öğreniyoruz. Duyduklarınız karşısında tüylerinizin diken diken olmaması ise mümkün değil. Sömürge zihniyeti, yıllarca Afrika’nın katarakt gözlerine kem göz ile bakmış. İntern doktorların ellerinde bu gözlerin retinalarının bile çalındığı olmuş. Ameliyat edilen gözler yanlış dikilmiş vs vs… Bu korkunç tecrübeyi yaşayan halk, Türk göz doktorları oraya gittiğinde, ilk başta çekimser davranmış. Öyle ki, gençleri değil, önce yaşlıları göndermişler doktorlarımızın yanına. Bakmışlar ki, bu doktorlar merhamet taşıyor, elleri karanlık gözlerine ışık oluyor; kendilerini onların ellerine bırakma konusunda hiç tereddüt göstermemişler bundan sonra. Kilometrelerce yol yürüyerek geliyorlarmış ameliyat çadırlarına. Kendilerine, “Şu anda yerimiz yok, sonra gelin!” denilince ise, hiç itiraz etmeden dönüyorlarmış kilometrelerce çöl uzaklığındaki fakirhanelerine. Hiç ses etmeden, itiraz etmeden! Kim bilir yüreklerinde ne fırtınalarla? Talep etmeye hiç hakları olmayan cansız bitkiler gibi, hemen kabullenerek söylenileni… Bunu duyunca yüreğim yandı, bazı zamanlarda insan trilyonlara hükmetmek ve bu şekilde tüm doktorları bu yerlere ulaştırmak istemiyor değil!
Sokak iftarı olayını biraz abarttık mı?
Konuyu değiştirelim mi? Sokak iftarlarını biraz abarttık mı dersiniz? İftar düzenleyenlerin gözlerindeki samimiyeti, bir arada bulunmanın heyecan ve coşkusunu yürekten yaşadıklarını görüyor ve sevgiyle karşılıyorum. Şahsen, bana göre de dünyanın en güzel hazlarından biridir, kalabalık bir masada oruç açmak. Ancak tecrübe ettiğimiz bazı olaylar, “acaba biz bu işi de mi abartmaya başladık?” dedirtmiyor değil! Şöyle ki: Arabaların, kurulmuş olan masaların arasından geçtiği ve yolların görünmez tozlarını yemeklerimizin üzerine boca ettiği bir caddede sokak iftarı yapmak doğru mudur gerçekten?
Milletvekili oğlu olmak nasıl bir duygu ki acep?
Bu, kişiye “Süpermen” hissi veren harika bir şey olmalı! Her yardımca muhtaç olanın imdadına koşma yönünde müthiş bir iştiyak uyandırıyor olmalı ilgilisinde! Öyle olmasaydı, bizim vekil oğlu, polisler ile tartışınca kendisini arayarak, yardımını isteyen kantinci arkadaşının imdadına “yes! Yetiştim işte buradayım!” demez ve böylece aslında ziyadesiyle alışık olduğumuz ve şaşırmamamız gereken, “el pençe divan” geleneğimizin bir ürünü olan bu olay, adı batasıca biz basın yayın organlarına da yansımazdı!
Adı batasıca yayın organları demişken!
Yani, bizim şu basının adını da bir batıramadılar gitti! Başımıza taş düşesice bizler olmasak, birçok tatsız olaydan ne güzel haberiniz olmayacak, tasa neyin etmeden daha huzurlu bir hayat sürecektiniz amma velâkin, cümbür cemâtin ne yaparsınız ki, tanrı “ gazetecilik” denilen bir meslek yaratıvermiş!
Ve bu mesleğin icracıları Türkiye’de gazete patronlarının yıllar süren insafsızlıklarına rağmen sendikal hakları elinden alınmış olarak ekmek parası kazanmanın mücadelesini vermeye devam ediyor! Çoğu zaman aylar sonra maaş alarak, ya da alamayarak; sigorta konusunda farklı uygulamalara tabii tutularak, mesleklerinin tüm cazibesi ellerinden alınmış olarak…
Gazetecilik daha çok aşk işi.
Ve onun bugün can çekişiyor olmasında, geçin kapitalist patronları, zamanında ekranlardan düşmeyen, büyük gazetelerde büyük isimler ile köşe yazıp da, nedense meslektaşlarının sorunlarına bir türlü parmak basma zahmetinde bulunmayan ve baskı gücü oluşturmayan, “bana dokunmayan yılan bin yaşa!” diyen ağabey ve ablalarımızın da oldukça büyük payları var. Ne yazık ki!
Ambülans ne kadar zamanda gelirse ambülanstır, ne zaman gelirse taksiden farkı kalmaz?
Tabii ki, bir ambülans ile taksi karşılaştırılamaz! Ancak geçenlerde şahit olduğumuz bir olay, bu soruyu sorduruyor bize. Bizzat hastane başhekimi tarafından yanımızda bir hasta için çağrılan ambülans 20-25 dakika boyunca olay yerine gelmeyince, hasta yakınları ilgiliyi karga tulumba araba ile hastaneye koşturmak durumunda kaldılar. Beykoz gibi bir ilçede bir ambülansın yine Beykoz merkezde yaşanan bir vakaya yetişmedeki makul süresi nedir? Bunun için uluslar arası ya da ulusal bir standart var mıdır? Bunu tüm samimiyetimle, tamamıyla bilgilenmek için soruyorum. (Ambülans sayımız vaka oranına yeterli mi sorusunu özellikle sormuyorum; yoksa sormalı mıyım?)
Paylaşacak ne çok şey varmış sizinle! Burada kesmek en iyisi olacak!
Bir sorum var:
Neden masumiyetin rengidir beyaz? Masumiyet bu kadar korumasız mı?
Günü Sözü:
Doğanın tutarlılığı, insanın tutarsızlığından sonra güzel bir tesellidir. (Goethe
Okuduğunuz için teşekkürler! Sevgi ve saygılarımla!